1
adınla sözlüğümüzü onurlandırdın üstat...*
kürt bir annenin oğlu olarak 1927'de dünyaya gelen ahmed arif'in çocukluğu ağırlıklı olarak diyarbakır ve şanlıurfa'da geçti. bu dönemde yaşadığı olaylar ve verdiği tepkiler hem gelecekte nasıl biri olacağını şekillendiriyor hem de gösteriyordu. bunlardan birini yılmaz odabaşı'nın dolaylı anlatımıyla ve ahmed arif'in sözcükleriyle dinlemek onu anlamaya başlamak için iyi bir adım olacaktır.
"1934 yılında ahmed arif, siverek ilkolulu'nda öğrencidir. o yıllarda bölgeyi kapsayan birinci umumi müfettişlik sınırları içinde "vatandaş türkçe konuş" kampanyası başlatılmıştır. türkçe dışında başka bir dille konuşanlar karakollara götürülüp dövülmekte ve haklarında soruşturma açılmaktadır. bu uygulamaya ilişkin çarpıcı bir tanıklığı şöyle anlatır halk ozanı ahmed arif:
"siverek'te kanlıkuyu diye bir yer var. çok eski bir yapı. büyük kısmı yakılmış, ama bir tarafı sağlam duruyor. orada bir karakol var. yanında da bir yazlık. zaten orada kış, ya üç ay sürer ya dört ay. çok sert olur ama, fazla sürmez kış. yazlığın önünde büyük bir dut ağacı var, boyu göklere tırmanmış. çanlar takmışlar dallarına. serçeler dut yemeye geliyor... yanında kalabalık bir kahve, çok büyük. nargile fokurdatanlar, çay içenler, tavla oynayanlar.. kahveyle karakolun arası elli metre kadar.
karakolun önünde bir adamı yatırmışlar. sakız gibi bembeyaz bir donu, bir entarisi, gene ipekten bir puşusu ve ageli var başında. adam yalın ayak. polisler falakaya yatırmışlar. tüfeği takmışlar adamın ayağına, veriyorlar falakayı. adam "ya muhammed" diyor, başka bir şey demiyor. adamın arap olduğunu anladım. çünkü kürt olsa başka türlü bağırırdı, zaza olsa başka türlü. ama adam belli ki arap. ya mahkemeye gelmiş ya hükümetle bir işi var. ya da pazara gelmiş, yağ mı yoğurt mu ne, bir şeyler getirmiş. orasını pek bilemiyorum. dediğim gibi dört beş polis yatırmışlar adamı dövüyorlar.
biz çocuklar aşağı yukarı yetmiş seksen metre daha yukarıdayız. olayı görüyoruz. hepimizin ip sapanı var. ip sapan kullanmak ustalık ister, gerçi her çocuk iki ayda öğrenir kullanmasını. (..)
biz küçüktük, ama ip sapanı çok iyi kullanıyorduk. o anda hemen kararlaştırdık. liderimiz mustafa tatar diye biri. benden bir iki yaş büyük, gövde bakımından daha iri. babası, babamın arkadaşı. ailece çok yakınımız. "dağıtalım bunları" dedik. iki üç metre ara ile mevzi aldık. mustafa " dikkat edin adamı vurmayalım" dedi. ben de "kafalarına vurmayalım" diye uyardım.
fakat polisler hareket halinde. üç ya da dört taş attık. polislerin ikisi yıkıldı kaldı, ötekiler kaçtı. biz de hemen tüydük. mustafaların bağına gittik. kuzeyde, siverek bağları. sonra, akşamüstü geldik. bizim evde anlatıyorlar:"aslan kimin babayiğit, bıyıklarından adam asılır. aslan kimin dört tane çıhmış, vermişler polise dayağı, vermişler dayağı, o fıkara arebi kurtarmışlar."
evde anlatılan bu. babama anlattıkları da bu. ben hiç oralı olmadım. fakat ertesi gün babam kahveye gitmiş. arkadaşları konuşuyorlarmış. "yok yahu!" demişler, "öyle babayiğit filan değil, çocuk onlar. en kabadayısı on yaşında yoktu, hepsi korkunç nişancıydı."
işin tuhafı kimse kınamamış bu olayı. o fukara adam, türkçe konuşamıyor, zavallı bir arap..""
elbette anadolu'nun ve anadolu halkları'nın bağrından düşünceleriyle, eylemleriyle ve nihayetinde şiirleriyle çıkacak ve halkın safında olacak bir insanın, çocukluğunda böyle bir zulme karşı isyanda bulunmasında şaşılacak bir şey yoktur. çocukken ve daha sonra tüm hayatı boyunca zulme karşı gösterdiği bu direnci şiirlerinde de o kendine has yalın uslubuyla şu şekilde dile getirmiştir:
"öyle yıkma kendini,
öyle mahzun, öyle garip...
nerede olursan ol,
içerde, dışarda, derste, sırada,
yürü üstüne – üstüne,
tükür yüzüne celladın,
fırsatçının, fesatçının, hayının...
dayan kitap ile
dayan iş ile.
tırnak ile, diş ile,
umut ile, sevda ile, düş ile
dayan rüsva etme beni."
siverek'te kalmaya devam ettiği süre içerisinde ahmed arif, kürtçe'nin zazaca ve kurmança lehçelerini öğrenir. bunun yanı sıra insanoğlu neden dağa çıkar gibi sosyolojik ve politik konuları da kendi hamurunda inceler ve cevaplarını bizzat bulur. aşiret ilişkilerini ve sömürüsünü, toplumsal ve sosyal ilişkileri, sınıfsal savaşımları yerinden, bizzat birinci şahıs olarak çözümlemiştir. kuşkusuz bu çözümlemeler ve kavrayışlar onun zulme karşı direnen karakteriyle birleşince ahmet arif şiiri, bu noktalar üzerinden ortaya çıkmıştır.
"bunlar,
engerek ve çıyanlardır,
bunlar,
aşımıza, ekmeğimize,
göz koyanlardır,
tanı bunları,
tanı da büyü.."
yukarıdaki dizelerde de açıkça görüldüğü gibi ahmet arif, toplumsal ve sınıfsal mücadeleyi analiz etmekle kalmamış, bu mücadele içinde taraf da olmuştur. açlığa, yoksulluğa, eşitsizliğe ve özgürsüzlüğe karşı mücadele etmiştir.
ahmed arif, ilkokulu 1939 yılında siverek'te bitirdikten sonra urfa ortaokulu'na başlar. şiir yazmaya da bu dönemde başlamıştır. kendi söylemine göre istanbul'da yayınlanan "yeni mecmua" dergisine şiir göndermiş, şiirinin yayınlanıp yayınlanmadığını bilmediği de belirtir, ve kendisine şiirde yetenekli olduğu ve devam etmesininin gerektiği cevabını almıştır. ortaokulu 1942'de bitirir ve afyon lisesi'ne gider.
lise yıllarında malraux'u, max weber'i, dostoyevski'yi, tolstoy'u, flaubert'i ve emile zola'yı okur, bunun yanı sıra faruk nafiz, cahit külebi, ahmet muhip dıranas ve behçet necatigil'le o yıllarda tanışır. ahmed arif o yılları şöyle anlatır:
"işte o yıllar 1943 olmalı.. taş çatlasa 16-17 yaşındayım. durmadan şiir yazıyorum.
bir dergi, seçme şiirler demeti adıyla kuşe kağıda basılıyor. bir sayfasının sol başında neyzen tevfik, sağ başında ahmed arif. ben neyzen tevfik'in torunu yaşındayım o zaman. torunundan da küçüğüm. (..)"
liseyi 1945 yılında bitirir. bir süre abisiyle uşak'ta kaldıktan sonra, o dönem de babasının da emekli olmasıyla beraber ailece diyarbakır'a dönmüşlerdir. ahmed arif de diyarbakır'a gider ve aynı yıl askere alınır. askerliğini karadeniz'de yedeksubay olarak tamamlayarak 1947'de terhis edilir.
yayınlanan ilk şiirlerini lise'de yazmıştı. bunlardan biri de lise 1'deyken yazdığı isimsiz olan şu şiir idi.
"bir mavi gül bahçesi yorganım
uyku saçlarımın meçhul şarkısı
sonra yastığımda ilk gölgen kızlık
ve ilk unutuluş hürriyet rakısı
yumuşaklığında köpükten öpüşlerin
mukaddes günahlar cenneti oda
dikişsiz beyazlığında tüllerinin
bir ay süzülecek buluta
ve bir mavi şarap gözlerindeki
musiki gölgelerinde yorgun
sen hep öylesine güzel sevdalım
ben sana allahsızcasına vurgun."
ahmed arif'in de söylediği gibi ilk şiirlerinde faruk nafiz, ahmet haşim gibi şairlerinden bolca etkilenme söz konusudur. şiirinin gelişimini anlamak için onun sözcüklerine kulak vermek yine en iyi yol gibi gözüküyor:
"lisede karaladığım mısralarda daha çok edebiyat öğretmenimize beğendirmek çabası vardır.
yani biraz haşim, biraz tanpınar, biraz tarancı ve çokça da acemilik. bir süre sonra bu yazdıklarımın şiir olmadığına ve gerçek şiirin bu kadar kolay yazılmaması gerektiğine inandım. o günler asıl yaygın moda orhan veli gibi yazmaktı. üstelik çok da kolay bir yoldu bu. biraz yaradılış gereği, biraz da şiirin gıdıklama, alay ve ucuz espri ile asla bağdaşmayacağına inancımdan, bu yola bakmadım bile. yaradılış tarzı dedim, buna yaşayış tarzı ve dünya görüşünü de katmak gerek. orhan veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. hem de istanbul burjuvası. düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri fransız şairlerinin paralelindeydi.
oysa ben doğuluydum. azgelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş çocuğuydum. sömürgeci fransız toplumunun bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı. halkımın duyguları ve çıkarlarına yabancı ve aykırı olan bu moda akımdan başka bir şiir akımı yok muydu? vardı kuşkusuz. nazım diye bir okyanus vardı rıfat ilgaz, a. kadir, suphi taşhan, abdülkadir demirhan gibi yürekli ağabeyler de vardı. bunlar, hapiste ya da sürgündeydiler.
şiire yeni başlamış bir delikanının karşısına nazım'ı dikerseniz, çocuk paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur, yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir. hidrojen bombasına karşı kürt hançeri ne yapabilir? üniversite ve mapushanede bazı arkadaşlarım "nazım'dan sonra şiir yazmak boşuna bir gayret, hatta saygısızlık" diyordu. onlarla hiç tartışmadım, hep sustum. çünkü dedikleri bir bakıma doğruydu. ne var ki "nazım gibi şiir yazmak" ile "nazım'dan sonra şiir yazmak " arasında vatanımın dipsiz uçurumları gibi bir uçurum vardı. elbette nazım'ı yahut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. ama nazım'dan da, başka ustalardan sonra da şiirler yazılacaktı. yoksa shakespeare'den sonra trajedi, moliere'den sonra komedi yazmak gerekemezdi. nitekim dede korkut, yunus, pir sultan, şeyh galip ve fuzuli gibi büyük ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştı.
sadede gelelim: kimini sevsem, kimini hiç takmasam da, bu moda olmuş etkili şairleri kendi hallerine bırakmam gerektiğini her şeyden önce bir mertlik borcu saydım. iş bir kez etkiye dökülmesin. etkilere bile kucak açan bir şairin soylu bir yolu seçtiği söylenemez bence. bu yol ile insan belki deneyci olabilir ama şair olamaz. işte bu inanç ve duygularımla halkıma sığındım. şiirimi günün modası olan etkilere kapadım. göbeğimi kendim kestim ve kasaba minnet etmedim.
sonra 47-48 yıllarında kendimi bir sorguya çektim. bir muhasebe yaptım. kendime sordum nasıl olacak bu diye. evet, lise bitti. oturup düşündüm. böyle gidecekse ne olur. sen ne olursun?
muhip'ten daha büyük bir şair mi olursun? cahit külebi'den daha mı büyük olacaksın? ben böyle kendi kendime sorguda iken oturup otuz üç kurşun'u yazdım."
şiir gelişimini böyle açıklıyordu ahmed arif ve bu sorgulamının sonunda otuz üç kurşun'u yazdığını söylüyordu. işte otuz üç kurşun'dan bir bölüm..
"vurun ulan,
vurun,
ben kolay ölmem.
ocakta küllenmemiş közüm,
karnımda sözüm var
haldan bilene.
babam gözlerini verdi urfa önünde
üç de kardaşını
üç nazlı selvi,
ömrüne doyamamış üç dağ parçası.
burçlardan, tepelerden, minarelereden
kirve, hısım, dağların çocukları
fransız kuşatmasına karşı koyanda
bıyıkları yeni terlemiş daha
benim küçük dayım nazif
yakışıklı,
hafif
iyi süvari
vurun kardaş demiş
namus günüdür
ve şaha kaldırmış atını.
kirvem hallarımı aynı böyle yaz
rivayet sanılır belki
gül memeler değil
domdom kurşunu
paramparça ağzımdaki..."
ahmed arif'inin şiiri dil bakımından durudur, yalındır ve sade bir türkçe'ye sahiptir. ahmed arif, dili kullanırken çoğu kez anadolu insanının ünlemlerine başvurur.(sözgelimi bir "uy havar, bir "lo" diyişi..) konu bakımından ise anadolu'nun binlerce yıllık birikiminden, kendi öz kültüründen yani halk türkülerinden, destanlardan, ağıtlardan beslenir. bunun da doğal sonucu olarak şiirinin halkına yabancılaşması olasılığı yoktur, çünkü şiiri halka dairdir, halktan gelir yani halktır.
tasavvur etmek istediği imgeyi ve vermek istediği mesajı şiirde bir bütün olarak verir. o bütünlük içinde olağan durumda sıradan gelecek sözcük öbekleri, inanılmaz bir anlam kazanır ve çok derin mesaj verebilme yetisine erişirler. bu sözcük öbekleri aynı zamanda uyak gibi belirgin bir ölçüye sahip olmayan bir şekilde sıralanırken dipten dibe derin bir ritme ve müzikalliğe sahip hale gelirler ve nihayetinde su gibi akan, etkileyici bir şiir ortaya çıkar. ahmed arif şiirlerinin bir diğer ilginç yönü ise yer yer destansı, epik bir atmostefere sahip iken; yoğun bir duygusallıkla yüklü bir lirizme okuyucuyu duruma hiç yabancılık hissetirmeden geçeribilmesidir..
ahmed arif 1947 yılında yüksek öğrenimi için dil ve tarih coğrafya fakültesi felsefe bölümü'ne kayıt yaptırır. eşzamanlı olarak 1946'da ankara'da kurulan türkiye gençler derneği'ne de üye olur; bu dernek o yıllarda yasadışı olan türkiye komünist partisi'nin gençlik düzeyinde çalışan yasal kuruluşlarından biridir.
o zamanlarda ahmed arif'in italyan komünisti togliatti için yazdığı şiir çalınır, ki daha adını dahi koymamıştır, ve bir arkadaşının evinde seksen adet kopyası bulunur. bu yüzden başı derde girer ve karakolda ifade verir. olayın devamında, şairin şiir saymayıp "halkın huzuruna çıkarılamaz" dediği çalışmanın, mahkeme huzurunda okunmasında sakınca görülmez.
1948 yılında dışişleri bakanlığı'nın eleman almak üzere açtığı sınavı kazanır fakat işe alınmaz. hukiki mücadele veren ahmed arif, bu mücadeleyi kazanır ve nihayetinde ona merkez bankası'nda bir iş verilmek zorunda kalınır. ahmet arif artık hem çalışmakta hem okumaktadır.
ahmet arif'in hayatında bu gelişmeler olurken, şiirleri kampüslerde, alanlarda okunmakta ve ezberlenmektedir. ahmet arif de üniversiteli gençlerin gittiği 15. yıl kıraathanesi'ne sık sık gitmekte ve devrimcilerle, şiirseverlerle buluşmaktadır.
1951 yılı ekim ayında başlayan solcu avında ahmet arif de işyerinden alınarak götürülür. dokuz gün işkenceye maruz kalır. kendisinden, para toplayarak komünistlere dağıttığına dair bir belgeyi imzalaması istenir. bu soruşturma kapsamında istanbul, ankara ve diğer illerden toplam 184 kişi tutuklanmış ve haklarında soruşturma açılmıştır. bu konuyla ilgili ahmed arif'le ilgili söylenen şöyle bir anı vardır:
ahmed arif, hapishaneye götürülmek üzere elleri kelepçeli iki yanında iki jandarma trene biner. kompartımana otururlar; derken yanlarına diğer yolcular da gelir oturur. yolculardan biri döner ellere kelepçeli ahmed arif'e bakarak sorar.
- suçun ne, neden gidiyorsun hapishaneye?
ahmed arif da cevap verir,
-sevdadandır
nedir bu sevda? kimedir, neyedir? ahmed arif bunu şiirleriyle, eylemleriyle, düşünceleriyle yani bir bütün olarak yaşamayıla cevaplamıştır. anadolu ve tüm dünya halklarına, perçemleri yüzüne düşmüş bir esmer kadına, pamuk toplayan çocuk ellere, fabrikada terini sile nnasırlı ellere, mor bulutlara sahip bir dağ zirvesine, diyarbakır'a ve ya istanbul'un varoşlarındaki güzel yüzlü insanlara kısaca yaşama ait ve ya yaşamın ait olduğu güzel ne varsa, onadır bu sevda. kendi sözleriyle öyle bir sevdadır ki o:
"terketmedi sevdan beni,
aç kaldım, susuz kaldım,
hayın, karanlıktı gece,
can garip, can suskun,
can paramparça...
ve ellerim, kelepçede,
tütünsüz, uykusuz kaldım,
terketmedi sevdan beni..."
hapishanede geçirdiği günlerden şöyle bahseder;
"sansaryan hanı'nda hücredeyim. çok hastayım.. sorgu uzun sürdü. ben dokuz numaralı hücredeyim. (..)
benim bulunduğum dokuz numaralı hücreden bir lağım geçiyor. üzerinden ızgara. ne kadar akılsızmışım. lağımı kullanmayıp tuvalete gidiyordum. tabii küçük sudan başka bir şey yok.
çünkü bana günde bir çeyrek ekmek veriyorlar. o da kuru bir şey. bir lokma bile yiyemiyordum. sadece su içiyordum... sakalım göğsüme gelmişti, saçlarım keçe gibi olmuştu. kendimi merak ediyordum.
küçük bir kibrit çöpü buldum. onunla duvara çizgiler çizdim. böylece bir takvim yaptım kendime. şimdi kesin söyleyemeyeceğim ama 128 gün saydım. bulunduğum yerde güneş doğmuyordu...
ve duvarlar. duvarlardan kan lekeleri.. tahtakurusu lekeleri.. bunların arasında da isimler.
o isimlerin pek çoğuyla sonradan harbiye cezaevinde tanıştım. kimi orada yarım saat kalmış, kimi beş-altı saat. benim gibi devamlı kalan yok.. gözaltında on beş günden fazla tutulamazmışız. ama çoğumuz orada aylarca kaldık."
ahmet arif, sansaryan hanındaki çok kötü koşullara ve sanki bu yeterli değilmiş gibi bir de ağır işkenceye maruz kalınca dayanamayacak hale gelmiştir. bu dönemde çıldırmak üzeredir ve birtakım sesler duymaya başlamıştır. hemen hastaneye kaldırılır ve sağlığına kavuşturulur. bu konuyu kendisi şu şekilde anlatmıştır:
"hastanede beni bağladılar. yatıştırdılar. orada doktora bağırtıları, sesleri anlattım. arkadaşlarımın seslerini duyduğumu söyledim. tabi bunların hiçbiri olmamış. insanın bazı organları çalışmayınca öteki organları çok çalışıyor. hücrede gözümüz hiç çalışmazdı. hiçbir şey göremezdik. çok kısık, karanlığa yakın bir ışık vardı. işte o zaman kulak çalışıyordu. kulakla algılıyordum ve insan kendi kendisiyle konuşmaya başlıyor.
bir gece yıldırım bir telgraf getirdiler. telgrafta şöyle diyordu: "baban öldü, cenaze yerde kaldı, ben oralara gelemiyorum: annen arife(..)
o an yani telgrafı okur okumaz neler yaptığımı anlatmak istemiyorum. gençler okumasın.
ama öyle demoralize olmuşum. hemen hastaneye yetiştiriyorlar. bir şans eseri ölümden dönmüşüm. üç hastane bu ölür diye almıyor, kasımpaşa deniz hastanesi alıyor. gözümü açtığımda iki gün geçmiş. o hastanede bana şok tedavisi yaptılar. bu arada sabahattin adında bir çocuk anama mektup yazdı, "oğlan iyidir, sağlığı yerinde" filan diye.
şoktan sonra beni sansaryan'a geri götürdüler. orada fazla tutmadılar, harbiye'ye yolladılar. on yedi gün tabutlukta kaldım. duvar nemliydi. yosun bağlamıştı. kalbimi korumak için sağ yanımı duvara dayadım. işte hala çekerim, sağ omzumdaki bu ağrı, o tabutluktan kalmadır."
içeriden şöyle seslenir ahmed arif,
"haberin var mı taş duvar?
demir kapı, kör pencere,
yastığım, ranzam, zincirim,
uğruna, ölümlere gidip geldiğim,
zulamdaki mahzun resim,
haberin var mı?
görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
karanfil kokuyor cıgaram
dağlarına bahar gelmiş memleketimin.."
tabi ahmet arif'e yazılan o telgraf düzmecedir. ahmed arif'in babası gerçekte daha sonra 1953 yılında yaşamını yitirir. babası o sıralar, ahmed arif bütün bu olayları yaşarken oğlunun yurtdışında olduğunu sanmaktadır.
soruşturmanın tamamlanışından sonra ahmed arif'in de arasında bulunduğu tutuklular "gizli komünist cemiyeti teşkil etmek, cemiyete girmek ve faaliyet göstermek" iddaasıyla yargılanır ve birçoğu ağır hapis cezalarına çarptırılır. ahmed arif de 2 yıl hapis ve sekiz ay urfa'da gözetim altında tutunma cezası alır. yaklaşık 40 ay hapiste kalmış olan ahmed arif 1954'te tahliye edilir. o mahpusta kaldığı yıllarda, hasretinden prangalar eskitmiştir..
"yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini... "
bu tarihten sonra bir süre bir fabrikada çalışır. daha sonra ankara'ya döner. yüksek öğrenimini tamamlama imkanını bulamaz. iş de bulamaz. o günlerden şöyle bahseder;
"sürünmeye başladım. birçok işe girip çıktım. bir ara abidin dino iş ayarladı, fotokopi işi onu yaptım. sonra kömür dağıtımda çalıştım. ama hangi işe girsem polisler peşimdeydi, beni kovalıyorlardı."
1956'dan itibaren ahmet arif birçok dergide düzeltmen olarak çalışmaktadır ve şiirleri yine birçok dergide yayınlanmaktadır.
1967'de hayat boyu beraber yaşıyacağı aynur hanım'la evlenir ve tek şiir kitabını – hasretinden prangalar eskittim - 1968'de çıkarır. tüm anadolu'da büyük bir ilgiyle karşılanır bu kitap ve bugüne değin altmışa yakın basım yapar. tek şiir kitabı budur. ona tek kitapla şair mi olunurmuş sorusunu getirenlere, "tek kitapla peygamber olunuyor da şair niye olunamasın?" nükteli cevabını vermiştir.
hayatının geri kalan kısmında bir oğlu olur ve 1977 yılında emekliye ayrılmıştır. bu tarihten sonra mütevazi ve sakin bir hayat sürer ve 1991 yılında bu dünyaya şiirlerini miras bırakıp, bedenini toprağa iade eder.
son söz olarak, ahmed arif'in bir bütün olarak hayatına bir göz atabiliriz. her yönüyle zulme karşı direnişi. ama bundan yeterince bahsedildiğini düşündüğümden onun şiirini ve şiir anlayışını kısaca ondan dinlemek en iyisi olur sanıyorum.
"şiir, bana mutluluk, sevinç vermiyor. içinde boğulacağım acılar veriyor. ama eğer şiirlerim, düşünceler ve yürekler arasında bir ilişki, bir bağ kuruyorsa o zaman mutlu oluyorum."
o şiiri böyle tanımlıyordu. ve öyle yazıyordu.
tümünü gör