2
aynı günlerde yazılan bir diğer mektup;
Başbakan'a Açık Mektup
Sayın Başbakanım,
Sayın Başbakanım diye başlıyorum mektubuma. Çünkü bizim kültürümüzde büyüklerine içinde saygı belirtisi olan bir ifade ile seslenilir. Makam sahibi olduktan sonra değerini kaybedenler gibi olmadığınız için siz hala benim saygı duyduğum bir büyüğümsünüz. Çünkü ODTÜ'de okuyan bir genç olarak ülkemdeki 'değişimin' farkındayım. Her aydınlığı yangın zannedip söndürmeye çalışan, karanlığa alışıp yıldızlardan bile rahatsız olan ve güneşi balçıkla sıvamaya çalışanlar varsın o saygıyı göstermesinler.
Geçtiğimiz günlerde okulumu ziyaret ettiniz. Üzgünüm, "Başbakanımız okulumuza şeref verdiniz" yazılı bir pankart ile karşılayamadım sizi. Okulumdaki sol gruplar için 'öteki' anlamına gelen size karşı düzenlenen protesto adı altındaki vandalizmi gördünüz, benim sizi böyle bir pankart ile karşılamam halinde siz gittikten sonra başıma gelecekleri bir düşünün. Size kızıyorlar neden bu kadar çok polis ve araç ile geldi diye? Oysa demiyorlar ki ODTÜ'ye Başbakan bile ancak bu şekilde gelebiliyorsa, okulda sol gruplar için 'öteki' anlamına gelen öğrencilerin fikir hürriyeti acaba ne haldedir diye.
ODTÜ, Türkiye'de her şeye rağmen ve herkese aykırı bir özerk cumhuriyet, kendi başına buyruk bir köy gibi davranmaktadır. Özgür bir ortam oluşturmakla övünmekteler ancak bu 'özgür ortam' sadece sol örgütler ve bazı hocalar için geçerlidir. Marjinal gruplar başka bir düşünceye karşı hiçbir şekilde tahammül göstermemekte, hoşgörü ile yaklaşmamakta ve şiddet göstermekten kaçınmamaktadırlar. Okulumuzda bunun örnekleri geçmişte sıkça yaşandı ve yaşanmaya devam etmektedir. Başka bir düşüncenin ODTÜ'de bulunma ve kendini ifade şansı yoktur. Severek okuduğumuz, takip ettiğimiz bir yazarı veya sevdiğimiz bir siyasiyi okulumuza davet edemiyoruz. Böyle bir şey olması durumunda hemen konferansı basıp davetliyi yumurta yağmuruna tutuyorlar. Kendilerinden olmayan herkese, haklarını savunduklarını iddia ettikleri tüm işçi ve emekçi çocuklarına, hatta zamanında başörtülü kızlara bile, bu marjinal öğrenciler tarafından şiddet ve sindirme politikası uygulanmaktadır. Bu c öğrencilerin tokalaşma şekline bile karışıyorlar. Kutlu Doğum Haftasında gül dağıttık diye mescidimizi ayakkabılarla çiğnemişlerdi. Hocalara kızmanızı kınayanlar var. Oysa okul yönetimi gibi hocalar da bu öğrencilerin arkasında durmakta ve onlara destek vermektedir. Bu hocalardan birinin derste başörtülü bir kıza, "Sen derse böyle gelirsen ben gelmem." deyip sınıfı terk ettiğini çok iyi hatırlıyorum. Sonra o arkadaşımız o dersi bırakmak zorunda kalmıştı. Okulumuza faşizm yaşattınız diyenler, polisin tavrını kınayanlar okulda başka düşüncelere ve mensuplarına yaptıklarıyla yüzleşmelidirler.
Eylemlerindeki amaç, seslerini duyurmak, demokratik haklarını kullanmak değil, böylesi öğrenci eylemleriyle Sosyalist bir dünya inşa edene kadar ayakta kalabilmek. Bütün dertleri bu. Onlara göre, kafalarındaki ütopik dünyaya ait olmayan herkes ötekini, yani gericiliği ve faşizmi temsil etmektedir. Yazılı, sözlü ve yeri geldiğinde fiziki olarak mücadele edilmelidir. İstiyorlar ki, kendileri okulda her istediklerini yapsın, istedikleri kişiye ve düşünceye saldırsınlar, ama ne okuldaki güvenlik ne de polis okula girip onlara müdahale etmesin. Okulumuzda işlerine gelen her şey serbest ve istemedikleri her şey yasaktır. Kendi propagandalarını yapmak adına bazen yemekhaneyi işgal etmekten çekinmemektedirler. Bazı öğrencilerin gayri ahlaki davranışları yüzünden zaman zaman kütüphanede ders çalışmak bile güçleşmektedir. Okulda PKK ve Sosyalizm propagandası yapmak, gayri meşru ilişki yaşamak, alkol kullanmak tamamen ve sonuna kadar serbesttir. Okul yönetimi bunlara göz yummakta ve disiplin yönetmeliğini uygulamaya koymamaktadır. Bu yüzden ODTÜ'de okuyan her öğrencinin bunlara maruz kalma ihtimali bulunmaktadır.
ODTÜ'de sizi protesto etmelerine bakıp medya ve Türk kamuoyu buradan tüm ODTÜ öğrencilerinin veya üniversite gençliğinin size karşı olduğu çıkarımına varmamalı. Çoğunluğu okulumuz öğrencisi olmayan vatanına, halkına ve değerlerine yabancılaşmış ve yeri geldiğinde şiddet uygulamaktan kaçınmayan bu azınlık hiçbir şekilde ODTÜ'yü ve üniversite gençliğini temsil etmemektedir.
Hatırlıyorum bir haziran akşamıydı. Bir balkondan kalabalığa şöyle sesleniyordunuz:
"...bugün İstanbul kadar, Saraybosna kazanmıştır; İzmir kadar Beyrut kazanmıştır; Ankara kadar Şam kazanmıştır; Diyarbakır kadar Ramallah, Nablus, Cenin, Batı Şeria, Kudüs ve Gazze kazanmıştır."
O akşam bu cümle zihnimde devam etmişti: Kudüs ve Gazze kadar ODTÜ kazanmıştır. ODTÜ'de başka bir düşünceye karşı şiddet göstermekten kaçınmayan bozguncuların zulmüne maruz kalanlar kazanmıştır. Bu mektubum aynı zamanda bu temennimin gerçekleşmesi ümidiyle size ve Tük kamuoyuna bir yardım çağrısıdır. Abartmıyorum, okulumuzda fikir hürriyetini bırakın can güvenliğimiz bile yok. Okuldaki bu öğrenciler ve örgütler için gerekenler derhal yapılmalı. Buradan tüm velilere sesleniyorum. Lütfen bize sahip çıkın ve okul yönetimine baskı kurun. Bu öğrencilere bir dur deyin. Başbakana gösterilen tepkiye bakıp çocuklarınızın başına neler geldiğini veya gelebileceğini bir düşünün.
Gidemediğin yer senin değildir, diyorlar. Birileri kendilerini ODTÜ'nün sahipleri ilan etmiş, buraya istemediğimiz kimseyi sokmayız diyorlar. Bu mektubu yazdığım bugün okulumuzun en büyük amfisi olan 450 kişi kapasiteli U3 amfisini işgal etmişler ve ders işlettirmiyorlar. Bu, bir günde binlerce öğrencinin derslerinden olması demek ve bunu sadece bir günlüğüne yapmıyorlar. Gidemediğimiz yer bizim değilse, o zaman okulumuz da sınıflar da bize değil, sadece belli gruplara mı aittir? Görevi ODTÜ'de eğitim ve öğretimin sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlamak olan okul yönetimi maalesef bu konuda herhangi bir şey yapmamaktadır.
Ahmet Kutsi Tecer'in ilkokulda öğrendiğimiz bir şiirinden biliyorum ki:
Orda bir köy var, uzakta
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesek de, tozmasak da
O köy bizim köyümüzdür.
O amfiye giremesem de, okulda kendimi, milli ve dini değerlerimi özgür bir biçimde ifade etmem yasaklanmış olsa da, o amfi de ODTÜ de tüm öğrencilerine, bu ülkenin tüm vatandaşlarına aittir. Her ne kadar biz kendi üniversitemizde rahatça gezip tozamıyorsak, bir araya gelemiyorsak, dersimizin, sınavımızın olduğu sınıflara giremiyorsak bile.
Mektubumu bitirirken, saygı ve selamlarımı sunuyorum.
İmza: Öz vatanında garip öz vatanında parya ODTÜ'lü bir öğrenci.
#83126 mus19f1a |
10 yıl önce
1
kaynak: http://www.facebook.com/notes/toplumcu-odt%c3%bcl%c3%bcler/bir-odt%c3%bc-%c3%b6%c4%9frencisinden-ba%c5%9fbakana-a%c3%a7%c4%b1k-mektup/455491437852116
"
Başbakan;
Bu tür mektuplar genelde “Sayın” hitabıyla başlar, “Saygılarımla” veya “En iyi dileklerimle” gibi sözcüklerle biter. O kadar öfkeli ve o kadar haklıyım ki, bugün bunu milyon kere yapmayacağım.
“Memleket bunlara kaldıysa bitmiş”, “Derslere girmezlerse girmesinler, bunların yetiştireceği öğrenciler de ancak bu kadar olur” dediğiniz hocalardan ders alan bir ODTÜ öğrencisiyim. ODTÜ öğrencisi olmaya özel bir sıfat, bambaşka bir anlam yükleyecek değilim. Ama röportajınızı izledikten sonra anladım ki, onur duyulacak iki madalyayı arkadaşlarımla birlikte şimdiden göğsüme takmışım bile: üniversiteli ve bilhassa ODTÜ öğrencisi. Şimdi de, o günün başından itibaren polis saldırısına maruz kalmış birisi olarak, kampüsümde “çıkarttığınız olayları” özetleyerek anlatacağım.
Polisinizin kullandığı gaz meşhurdur. 31 Mayıs 2011 günü Metin Lokumcu’yu öldüren, bakanınızın “doğaldır, zararı yoktur”, emniyet müdürünüzün “gerektiği kadar alındı, gerektiği kadar kullanıldı” dediği biber gazıdır. Bu gazdan korunamazsınız, kaçamazsınız. Sadece etkisini azaltmak için yüzünüze ve burnunuza atkı sarar, vücudunuzu doğrudan temastan korumaya çalışırsınız. Gazın gelişinin ardından da limon ve sirke sürer, acınızı dindirmeye çalışırsınız. Ciğerlerinizden kaynaklı bir rahatsızlığınız varsa, bu gaz ölümcüldür. Hastalığınız yoksa, bu gaz o hastalıklardan birisini yaratabilecek kadar tehlikelidir. Özetle, bu bir kimyasal silahtır, faşizmin simgelerinden birisidir.
18 Aralık günü de kampüsümüze geleceğinizi haber almış, sermayeye peşkeş çektiğiniz bilimi, Suriye’ye yapacağınız emperyalist müdahaleye karşı barışı ve halkların kardeşliğini savunmak için TÜBİTAK binası önüne gelmek, burada bir basın açıklaması yapmak amacıyla toplanmıştık. En temel haklarımızdan birisi olan protesto hakkımızı kullanıyor, bunun bir aracı olarak ise sloganlar atarak yürüyorduk. Polisinizin kalkanlarına 100 metre bile yaklaşamamışken, tamamen bir formaliteden ibaret olan “dağılın” uyarıları bile yapılmadan atılan gaz bombalarının 5-6 el patlama sesini duyduk. Gaz bulutunun arasından çıkmaya çalışarak, öksürükler ve nefes daralmaları eşliğinde geriye doğru çekildik. Bu sırada polisiniz durmaksızın gaz bombası atmaya devam ediyordu(bunlara yine polisinizin attığı ses bombalarının eşlik ettiğini sonra öğrenecektik). İşte bunlardan sonrası ise size göre “eşkıyalık” size göre “memleket bitirmek” olan meşru direnişimizdi. Üzerinde “doğrudan atmayınız, yangın tehlikesi yaratır” yazılı olduğu halde üzerimize nişanlanarak atılan binlerce gaz bombası kapladı o gün kampüsümüzü. Polisiniz, arkadaşlarımızı öldüresiye coplayıp, tekmeledikten sonra “şimdi gözaltı yapmayalım, başımıza bela olurlar” deyip bıraktılar.
Panzerler okulumuzun ortasına kadar girdi. Tazyikli sudan, damacana taşıma arabasını kurtarmaya çalışan Fizik kantini çalışanı bile nasibini aldı.
“Çantalarında molotof taşıyorlardı” demişsiniz, başka iftira mı bulamadınız? Keşke daha inandırıcı bir yalan geliştirseydiniz. Boyalı medyadır bu, sizin söylediğiniz onlara kanundur ama halk inanmazdı bunlara. İnanmadı da. Biz de duyduğumuzda kaburgalarımızı tuta tuta güldük. Çok komik olduğundan değil, bir kısmımızın gördüğü polis şiddetinden, bir kısmımızın ise panzer üstlerine doğru sürüldüğünde koştuğundan ötürü kaburgaları fazlaca ağrımaktaydı. Hatta bir kadın arkadaşımız da omzunu tutarak güldü, zira onun da omzunu 18 Aralık günü gaz fişeği sıyırmış geçmişti.
Bir de, o gün çantamın içinde ne olduğunu yazayım hemen: 0,5 litrelik pet şişe içinde içme suyu, kütüphaneden aldığım ve birisi şiir kitabı olmak üzere üç kitap, o günkü derslerimin notlarının olduğu kağıtlar, kurşunkalemler, bir silgi ve Kızılay’da bir kitapçıdan aldığım edebiyat dergisi.
Size ekranda bolca söz hakkı verildi, yeri geldi sinirlenmiş, yeri geldi duygulanmış numarası yaptınız. Ben ise bu satırları, aslında size değil başkalarına, olanca haklılığım ve samimiyetimle yazıyorum. Sizin söylediklerinizden daha az bilineceğine ise, neredeyse eminim.
Siz "tutuklayın", "canlarına okuyun" emirleri vermeye devam ediyorsunuz. Bense bir koltuk üzerinde uyurken, bir kolumla sağımdaki arkadaşımı korumaya çalışıp, öbür kolumla başımı -gaz bombasının fişeğinden az da olsa korunmak için- kapatırken, bir patlama sesi dolaşıyor kafamın içinde, sıçrayarak uyanıyorum hala. Derken bir başka rüyamda, 20 metre ötemde polisinizin vurduğu Barış’ı görüyorum, bir kaldırımın üzerinde kanlar içinde yığılmış kalmış. Medyanız o kadar etkili ki, yanı başımda vurulmamış olsaydı, arkadaşının “Araba bulun”, “Ambulans çağırın” bağırışlarına birebir şahit olmasaydım, sizin istediğiniz gibi “kokmaz bulaşmaz” bir öğrenci olsaydım, belki de “acaba arkadaşları mı vurdu” deyip, medyanıza inanacaktım. Ama artık bunun yolu yok, çarpıtmalarınız sökmeyecek. Hayatımda ilk kez gördüğüm, bizi direnişin yan yana getirdiği bir kardeşimi, polisiniz öldürmeye kastetti. Yakın şahidiyim.
Kötülemelerinize ve iftiralarınıza maruz kalmaktan onur duydum. Bu demektir ki doğru yoldayım. Bu demektir ki, seneler sonra çocuklarımın yüzüne baktığımda, onları ta gözlerinin içinden görebileceğim. “Baba, sen üniversitedeyken ne yaptın?” sorusuna “Okulumu savundum, arkadaşlarımı savundum. Hocalarıma çamur atmaya kalktılar, onları da savundum.” diyebileceğim. Bunları söylerken gözlerimi kaçırmayacağım, sesim zerre tereddüt etmeyecek.
Bu direniş, profesyonelce donanmış bir orduya karşı bedenlerini gaz bombalarına, panzerlere ve tazyikli sulara siper eden öğrencilerin ODTÜ’de yazdığı bir destandır. ODTÜ’nün bir üniversite olarak sorumluluğunu, tarihsel görevini bilip, bir pankart arkasında görevine gitmesidir. Yıllarca da böyle hatırlanacak.
18 Aralık 2012 günü okulumuza faşizmi yaşattınız. Andımız olsun ki, özgürlüğü de biz yaşatacağız. Arkadaşlarımızı, hocalarımızı, okullarımızı, mahallelerimizi, sokaklarımızı, var gücümüzle biz savunacağız. Halka zulmettiğiniz her yerde, karşınıza biz çıkacağız.
Osmanlı döneminde Sivas Valisi olan Halit Rıfat Paşa “Gidemediğin yer senin değildir.” buyurmuştu.
Sahi, siz hangi memleketten bahsediyordunuz?
İmza: Faşizme Karşı Direnmiş Üniversite Gençliğinden Bir Öğrenci
"